Deyimler-4
1-2-3-4-5-6-7-8-9-SoN
“D” Harfiyle Başlayan Deyimler
Dağa çıkmak: Hükümete, kanunlara karşı gelerek dağlara çekilmek, buralarda eşkıyalık etmek.
Dağa kaldırmak: Herhangi bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız bir yere götürüp orada alıkoymak.
Dağarcığına atmak: Yeni bilgilerini, eski bilgilerine katmak; yeni bilgileri zihnine yerleştirmek.
Dağdan gelip bağdakini kovmak: Daha sonradan geldiği bir yere ya da karıştığı bir işte eskiden beri bulunan bir kişinin yerini almaya çalışmak
Dağ doğura doğura fare doğurdu: Önemli gibi görünen şeylerden önemsiz bir sonuç çıkması durumunda söylenir.
Dağlara düşmek: Sıkıntı, üzüntü sebebiyle insanlardan kaçıp ıssız yerlerde yaşar olmak.
Dağları devirmek: Çok büyük güçlüklerin altından kalkmak, ağır işleri başarmak.
Dalavere çevirmek: Yalan, dolan ve hile ile kötü bir iş yapmak; düzen kurarak gizlice başkasını aldatmak.
Dal budak salmak: 1. Karmaşık biçimde yayılıp genişlemek. 2. Soy ya da dostluk yönünden genişleyip yayılmak.
Daldan dala konmak: Çok sık, düşünce ya da konu değiştirmek.
Dalına basmak: Hiç hoşlanmadığı şeyleri yaparak birisini öfkelendirmek.
Dallanıp budaklanmak: Genişleyip yayılmak, gittikçe büyüyerek karışık bir durum almak.
Damdan düşer gibi: Aniden, yersiz olarak (söz söylemek).
Damgasını vurmak: Biri hakkında kötü bir yargıya varmak.
Damokles`in kılıcı: Kişiyi korku ve baskı altında tutan büyük ceza tehdidi.
Dananın kuyruğu kopmak: Olay patlak vermek, beklenen ve korkulan sonucun gerçekleşmesi.
Danışıklı dövüş: Şike; önceden aralarında bir anlaşma olduğu hâlde, sanki böyle bir anlaşma yokmuş gibi davranarak başkalarını aldatmak.
Dara düşmek: 1. Paraca sıkıntıya uğramak. 2. Sıkıntılı, tehlikeli bir durumla karşılaşmak.
Dara getirmek: Aceleye getirmek, gerektiği gibi zaman ayıramamak.
Dar boğaz: Sıkıntılar ve güçlükler içinde geçirilen, geçici kabul edilip sonunda ferahlık umulan durum.
Dar hayat: Sıkıntılar, güçlükler, zorluklar içinde sürdürülen hayat.
Darda kalmak: 1. Zor duruma düşmek. 2. Paraca sıkıntı çekmek.
Dar gelirli: Geçim sıkıntısı çeken, kazancı normal olarak geçimini sağlamaya yetmeyen.
Darısı (dostlar) başına: “Kavuştuğum başarı ve mutluluğa tüm dostlarımın da kavuşmasını isterim” anlamında kullanılır.
Dar kafalı: Anlayışı, kavrayışı az; yeniliklere açık olmayan.
Davul çalmak: Bir şeyi herkesin duyabileceği biçimde ortalığa yaymak.
Defe (tefe) koymak: Dedikodusunu yapmak, kınayan bir dille başkalarına anlatmak, alaya almak.
Defterden silmek: İlişkisini kesmek, yok saymak, adını anmaz olmak, unutmak.
Defteri dürülmek: 1. İşine son verilerek bir yerden uzaklaştırılmak. 2. Ölmek ya da öldürülmek.
Defteri kapamak: İlgiyi kesmek, uğraşmaz olmak, söz konusu işi yapmaz olmak.
Deli divane olmak: Bir şeyi, bir kimseyi aşırı derecede sevmek, ona tutkun olmak.
Deli fişek: Atak, delişmen, delice işler yapan, şımarık.
Deliksiz uyku: Hiç uyanmadan, çok rahat, uzun süre uyunulan uyku.
Demir atmak: 1. Çapasını denize atmak. 2. Bir yerde uzun süre kalmak.
Dem tutmak: Bir çalgıya, bir başka çalgı veya sesle eşlik etmek.
Denizden çıkmış balığa dönmek: Yeni bir işe, ortama, duruma alışmakta zorluk çekmek.
Derdine düşmek: Yapılması gereken bir şeyi gerçekleştirmenin yollarını aramak.
Dert ortağı: 1. Aynı derdin, sıkıntının içinde bulunanlardan her biri. 2. Bir kimsenin derdini paylaştığı, anlattığı yakın dostu.
Destan olmak: Yaptığı (kötü) bir işten dolayı şöhreti yayılmak.
Devede kulak: Bütüne göre çok ufak bir parça.
Deve kini: Bitmeyen, geçmeyen, unutulmayan büyük kin.
Deveye hendek atlatmak: Birisine yapılması çok zor, hemen hemen yapamayacağı bir işi yaptırmaya çalışmak.
Devlet kuşu: Umulmadık, iyi talih; zenginlik, mutluluk getiren talih.
Dışı eli (seni) yakar, içi beni: “Dıştan görünüşü, herkesi imrendirecek kadar güzel ama içyüzü elverişsiz, kötü, sahibini üzücü” anlamında kullanılır.
Diken üstünde oturmak: Bir yerde tedirginlik duymak, her an kalkmak durumunu belirtir olmak, huzursuz olmak.
Dikine gitmek: İnatçılık etmek, bildiğini yapmaya çalışmak, kimsenin uyarısına kulak asmamak.
Dikiş tutturamamak: Bir yerde, bir işte bir sebepten ötürü başarı sağlayamayıp uzun süre kalmamak.
Dikiz etmek: Bir yeri, olayı, birinin hareketlerini gizlice ve gözünü ayırmadan dikkatlice izlemek.
Dilden dile dolaşmak: Her yerde, pek çok kimse tarafından bahis konusu olmak.
Dil dökmek: Kandırmak, inandırmak ya da yararlanmak için tatlı sözler söylemek.
Dil ebesi: Çok fazla ve esprili konuşan.
Dile (dillere) düşmek: Hakkında dedikodu yapılmak.
Dile gelmek: 1. Konuşma yeteneği yokken konuşmak, dillenmek. 2. Dile düşmek.
Dile getirmek: 1. Bir meseleyi belirtmek, ortaya atmak, anlatmak, açıklamak. 2. Birini konuşturmak.
Dile kolay: Söylenmesi kolay ama yapılması ortaya konması ya da katlanılması çok güç.
Dili açılmak: Herhangi bir sebepten dolayı konuşamayan kimse, birden konuşmaya başlamış olmak.
Dili dolaşmak: Heyecan, korku ya da bir hastalık sebebiyle söyleyeceğini şaşırmak, karıştırmak, açık olarak ifade edememek.
Dili dönmemek: 1. Bir sözü doğru ve düzgün söylemeyi becerememek, yanlışsız konuşamamak. 2. Amacını iyi anlatamamak.
Dilinden kurtulamamak: Yaptığı bir kabahatten ötürü sürekli olarak, bir kimsenin sitem, eleştiri ve sataşmalarına uğramak.
Dilinde tüy bitmek: Sık sık söylemekten bıkmak, usanmak.
Diline dolamak: 1. Bir kimsenin dedikodusunu yapmak, kötü tarafını her yerde söylemek. 2. Bir şeyi her fırsatta söyler olmak.
Dilinin altında bir şey olmak: Bir kimsenin sözlerinden açıkça söylemediği bir şeyler olduğu anlaşılmak.
Dilinin ucuna gelmek: 1. Tam söyleyecekken vazgeçip söylememek. 2. Hatırladığı şeyi söyleyecekken yine unutuvermek.
Dilini tutmak: Sonunu düşünerek gelişigüzel konuşmaktan sakınmak, ölçülü konuşmak, rast gele konuşmamak.
Dilini yutmak: Büyük bir korku, şaşkınlık ya da sevinç karşısında konuşamaz hâle gelmek.
Dilin kemiği yok ya!: 1. Önceden söylediği sözü başka biçimlere sokarak inkâr etmek. 2. İnsan konuşurken bazı hatalar yapabilir, doğru ve yanlış herşeyi söyleyebilir.
Dili olsa da söylese: “Cansız nesneler, hayvanlar konuşabilseler, bazı olaylara tanıklık edebilseler ne iyi olurdu” anlamında kullanılır.
Dili tutulmak: Herhangi bir sebepten ötürü söz söyleyemez duruma gelmek.
Dili uzun: İncitici, kırıcı sözler söyleyen, saygısız kimse.
Dili varmamak: Bir sözü söylemeye gönlü razı olmamak.
Dillerde dolaşmak: Her yerde kendisinden, ondan söz edilmek.
Dillere destan olmak: Bir olay veya nitelik halk arasında yayılmak.
Diline pelesenk etmek: Bir sözü her zaman, yerli yersiz tekrarlamak.
Dil uzatmak: Bir kimse veya bir şey için kötü söz söylemek.
Dil yarası: Acı, ağır ve kötü sözün gönülde bıraktığı kırgınlık.
Dimyat`a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak: Daha iyisini elde etmek uğruna çalışırken elindekilerini de yitirmek.
Dinden imandan çıkmak: Çok sinirlenmek, öfkelenmek, kızgınlık duymak.
Dinden imandan olmak: Dinî inancını yitirmek, mürtet olmak.
Dini bir uğruna: Müslümanlık davası yoluna (iş yapmak).
Dini bütün: Dinin emirlerini eksiksiz yerine getirmeye çalışan, inancı sağlam olan, dinine çok bağlı.
Dipsiz kile boş ambar: Para, mal tutamayanın durumunu ya da verimsiz, sonuçsuz bir işi anlatmak için kullanılır.
Dirlik düzenlik: Bir arada yaşayan, çalışan kimseler arasında iyi geçim, güven, sevgi ve anlaşma hâli.
Dirsek çevirmek: Daha önce birlikte iş yaptığı, anlaştığı kimseden, artık ihtiyaç duymadığı için yüz çevirmek; bir kimseyi kendinden uzaklaştıracak davranışlarda bulunmak.
Dirsek çürütmek: Okumak, öğrenim görmek için uzun yıllar çalışmak.
Diş bilemek: Öç almak, kötülük yapmak için fırsat kollamak; öfkesini gösterir durum almak.
Dişe dokunur: Hatırı sayılır, işe yarar, belirtilmeye değer, önemli.
Diş geçirememek: Etkisiz kalmak, güç yetirememek, hükmünü yürütüp sözünü dinletememek.
Diş gıcırdatmak: Kızgınlığını, öfkesini kimi davranışlarıyla belli etmek.
Diş göstermek: Güçlü olduğunu, kendine güvendiğini, saldırabileceğini davranışlarıyla belli etmek; tehdit etmek.
Dişinden tırnağından artırmak: Yiyeceğinden, içeceğinden vb. ihtiyaçlarından keserek zorla biriktirmek.
Dişine göre: Yapabileceği, gücünün yeteceği, becerebileceği, uygun bir durumda.
Dişini sıkmak: Darlığa, sıkıntıya dayanmak; her türlü zorluğa katlanmak.
Dişini tırnağına takmak: Çok büyük zorluklara, sıkıntılara, darlıklara katlanarak bütün gücünü kullanıp çalışmak.
Diş kirası: 1. Eskiden sarayda ya da konaklarda zenginlerin iftara çağırdıkları yoksullara verdikleri armağan veya para. 2. Harcadığı emek dışında bir kimsenin fazladan sağladığı çıkar.
Dişinin kovuğuna bile gitmemek: Çok az gelmek (yiyecekler için).
Diz boyu: Dize kadar (yükseklik veya alçaklık için).
Diz çökmek: 1. Dizini yere koyarak oturmak. 2. Teslim olmak.
Dize gelmek: Teslim olmak, boyun eğmek, yenilmek, güçlünün buyruğunu kabullenmek.
Dize getirmek: Kendisine karşı geleni alt ederek buyruğunu dinler duruma getirmek, boyun eğdirmek.
Dizgini (dizginleri) ele almak: Yönetimi ele geçirmek, işi kendisi yönetmeye başlamak.
Dizginleri salıvermek: Başıboş bırakmak, sıkı tuttuğu yönetimi gevşetmek.
Dizini dövmek: Çok pişman olmak.
Dizinin (dizlerinin) bağı çözülmek: Korkudan, heyecandan, yorgunluktan ayakta duramayacak hâle gelmek.
Dizlerine kapanmak: Yalvarmak, kendini küçük düşürecek kadar çok yalvarmak, başını dizlerinin üzerine koymak.
Dobra dobra söylemek: Hiçbir şeyden çekinmeden, sözü eğip bükmeden, dosdoğru, açık açık konuşmak.
Doğmamış çocuğa don biçmek: Henüz ele geçmemiş bir şey, gerçekleşmesi kesin olarak bilinmeyen bir durum için hazırlık yapmak.
Dokuz doğurmak: 1. Bir işi güçlükle ve sıkıntı içinde sonuca ulaştırmak. 2. Merakla, heyecanla, sabırsızlıkla, sıkıntı çekerek beklemek.
Dokuz köyden kovulmuş: Geçimsizliği, hatalı davranışları yüzünden birçok yerden atılmış kimse.
Dolap çevirmek: Hile, düzen ve dalavere ile iş yapmak.
Dolma yutmak: Kanıp aldanmak.
Dolu dizgin: 1. Son hızla (süvari ve at arabası için). 2. Önüne geçilemeyecek biçimde, çok fazla olarak.
Doluya koydum almadı, boşa koydum dolmadı: İçinden çıkılamayan güç bir durum karşısında söylenir.
Domuzdan kıl çekmek: Sevilmeyen, eli sıkı olan, cimri bir kimseden bir şey alabilmek.
Don gömlek: Çıplak, üzerinde sadece don ve gömlek var denilecek kadar soyunmuş hâlde.
Dostlar alışverişte görsün: Gösteriş olsun; amaç iş yapıyor görünmek, iş yapmak değil.
Dökülüp saçılmak: 1. Bir şey uğruna fazla para harcamak, masraf etmek. 2. Soyunmak, çok açık giyinmek.
Dört ayak üstüne düşmek: Tehlikeli bir durumdan hiç zarar görmeden kurtulmak.
Dört başı mamur: Her yanı bakımlı, elverişli, güzel, tam istenildiği gibi.
Dört dönmek: Bir işi yapmak için korku, heyecan, telâş, şaşkınlık içinde sağa sola koşmak, çare aramak.
Dört elle sarılmak: Yapacağı işe büyük bir önem verip özen göstererek girişmek.
Dört gözle beklemek: Özleyerek, çok isteyerek, büyük bir sabırsızlıkla beklemek.
Dudak bükmek: Umursamamak, beğenmemek, küçümsemek.
Dudak ısırmak: Hayret etmek, şaşırmak.
Dudak ısırtmak: 1. Hayran bırakmak. 2. Şaşkınlığa, hayrete düşürmek.
Duman attırmak: Geride bırakmak, zor duruma düşürmek, birini yıldırmak.
Duman etmek: Bozmak, ortalığı dağıtmak, yok etmek; yenmek, birine karşı başarı sağlamak.
Dumanı üstünde: 1. Çok taze (sebze ve meyve için). 2. Çok yeni, üzerinden zaman geçmemiş.
Duman olmak: 1. Ortadan kaybolmak. 2. Durumu, düzeni, işi bozulmak. Kötü olmak.
Durduğu yerde: 1. Hiç gereği yokken. 2. Kolaylıkla, hiç emek ve çaba harcamadan.
Durup dinlenmeden: Sürekli olarak, ara vermeden, arka arkaya.
Durup dururken: 1. Birden bire, ansızın. 2. Hiç gereği veya sebebi yokken.
Dut yemiş bülbüle dönmek: Susmak; konuşkanlığını, sevincini, neşesini yitirmek; sesi çıkmaz olmak.
Düğüm noktası: Bir meselenin sonuçlandırılması için çözülmesi, açıklığa kavuşturulması gereken en güç yanı.
Düğün bayram etmek: Çok sevinç duymak, topluca neşeli bir duruma kavuşmak.
Düğün evi gibi: Çok kalabalık ve telâşlı görülen yer.
Dümen çevirmek: Düzen kurup, hileli iş yapmak.
Dümen kırmak: Yön değiştirmek.
Dümen suyunda gitmek: Birine bağımlı olmak, birinin tuttuğu yolu izlemek, hemen her şeyde ona uyarak onun istediğini yapmak.
Dünkü çocuk: Deneyimi az, toy acemi.
Dünya başına yıkılmak: Dara düşmek, felâkete uğramak, umutlarını yitirmek, çok üzülüp acı çekmek.
Dünya bir araya gelse: “Bütün insanlar engel olmaya kalksa bile, asla, hiçbir zaman, kim ne derse desin” anlamında, yine bildiğini yapma durumu için kullanılır.
Dünyadan elini eteğini çekmek: Bir kenara çekilip toplum ile ilişkisini kesmek, toplumun yaşayışına karışmaz olmak, daha çok ibadetle meşgul olmak ve dünya işleriyle ilgilenmez olmak.
Dünyadan haberi olmamak: Çevresinden, çağından ve çağının getirdiklerinden, zamanında yaşanan hayattan haberli olmamak.
Dünya gözü ile: Ölmeden önce, yaşarken.
Dünyalar onun olmak: Oldukça çok sevinmek.
Dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak: Dünyada insanın başına neler gelebileceğini öğrenmek, zorluklarla karşılaşmak, tecrübe kazanmak.
Dünyanın öbür ucu: Çok uzak yer.
Dünya yıkılsa umurunda değil: Hiçbir şeyle ilgilenmemek, umursuz olmak, sorumluluk duymamak.
Dünyayı toz pembe görmek: İyimser olmak, üzücü durumlara bile iyi gözle bakmak.
Düşe kalka: 1. İşi kimi zaman iyi, kimi zaman kötü olarak güçlükle, uğraşa uğraşa (yapmak). 2. Biriyle yakın ilişki kurarak.
Düşeş atmak: Umulmadık bir başarı kazanmak.
Düşman çatlatmak: Nisbet yapmak, iyi durum ve başarılarıyla düşmanı kızdırmak ve kıskandırmak.
Düşman kesilmek: Düşman olmak, düşman gibi görünüp tavır almak.
Düşünüp taşınmak: Bir meseleyi enine boyuna tartmak, konuyu bütün yönleriyle incelemek, iyice düşünüp ona göre davranmak.
Düşüp kalkmak: 1. Yakın arkadaşlık etmek. 2. Yasa ve gelenek dışı kadın ve erkekle birlikte yaşamak veya sık sık bir araya gelmek.
Düttürü Leylâ: Gülünç, tuhaf, daracık ve kısacık giyinmiş kadın.