Deyimler-5
Ecel aman verirse: Ölmezsem, ömür yeterse.
Ecel teri dökmek: Çok korkmak, heyecan içinde bulunup terlemek, korku ve bunalım içinde olmak.
Eceli gelmek: Ölmek, sonu gelmek, yok oluş vakti gelmek.
Eceline susamak: Ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere girişmek.
Eciş bücüş: Çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan, çirkin bir biçim almış bulunan.
Edebiyat yapmak: Bir işe yaramayan, konuyu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan süslü, parlak ve gereksiz sözler söylemek.
Efkâr dağıtmak: Sıkıntıyı gidermek, üzüntüyü yok etmeye çalışmak.
Eğri (gözle) bakmak: Kötü düşünce besleyerek bakmak.
Ekmeğinden etmek: İşinden çıkarmak veya atmak.
Ekmeğine yağ sürmek: Birinin yararına göre eylemde bulunmak, istemese de birinin işine yarayacak biçimde hareket etmek.
Ekmeğini kazanmak: Geçimini temin edecek, ihtiyaçlarını karşılayacak parayı kazanmak.
Ekmeğini taştan çıkarmak: En zor işleri bile yapıp geçimini sağlayacak beceriklikte olmak, her türlü işi yapmak.
Ekmek elden su gölden: Kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı ile geçinen kimselerin durumunu anlatmak için kullanılır.
Ekmek kapısı: Çalışıp para kazanılan, geçim sağlayan iş yeri.
Ekmek parası: Kazanç, geçinmek için kazanılan para.
Eksik gedik: Ufak tefek ihtiyaçlar.
Ekşi yüz: Somurtkan, asık yüz.
El açmak: 1. Dilenmek. 2. Başkasının yardımını almak için yalvarmak.
El altından: Kimsenin haberi olmadan, gizlice.
El atmak: 1. Bir işe girişmek. 2. Birisinin işine karışmak.
El ayak çekilmek: Ortalıkta kimse kalmamak, ıssızlaşıp sessizleşmek.
El basmak: Yemin etmek, kutsal bir şey üzerine el koyarak ant içmek.
El çabukluğu: 1. Bir işi çok çabuk yapabilme ustalığı. 2. Hilesini kimseye sezdirmeyecek biçimde yapabilme.
Elde avuçta bir şey kalmamak: Parasını, malını, tüm varlığını harcayıp bitirmiş olmak.
Elde etmek: 1. Bir şeye sahip olmak. 2. Bir kimseyi kendi yanına çekmek.
Elde kalmak: 1. Bir malın satılmayıp geride kalan kısmı. 2. Harcanandan arta kalmış olmak.
Elden ayaktan düşmek (veya kesilmek): Yaşlılık, hastalık sebebiyle iş yapamaz, yürüyemez, kendi işini göremez duruma gelmek.
Elden çıkmak: Malı olmaktan çıkmak.
Elden düşme: Az kullanılmış.
Elden ele dolaşmak: Pek çok kişi tarafından kullanılmak, bir çok sahip eline geçmek.
Elden geçirmek: Eksiklikleri düzeltmek, onarmak; denetlemek için pek çok şeyi ele alıp yoklamak, gözden geçirmek.
Elden gitmek: Bir şeyi yitirmek, ondan yoksun kalmak.
Ele almak: 1. Bir şey üzerinde çalışmaya başlamış olmak. 2. İncelemek, araştırmak veya tenkit etmek.
Ele avuca sığmamak: 1. Şımarık davranmak. 2. Söz dinlememek, kural tanımamak, zapt edilememek.
Ele geçirmek: Sahip olmak, kaçan bir kimseyi yakalamak.
El elde baş başta: 1. Masrafla para birbirine denk geldi. 2. Yapılan işin sonunda ne kâr ne de zarar edildi.
Elekten geçirmek: Titizlikle seçmek; iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı birbirinden ayırmak.
El ele vermek: Güçleri birleştirip işbirliği yapmak, yardımlaşmak.
El emeği: 1. Elle yapılan işe harcanan emek. 2. Elle yapılan çalışmanın karşılığı.
Ele vermek: Bulunduğu yeri haber vererek suçluyu yakalatmak.
Eli açık: Cömert, çok para harcayan, sakınmadan para verebilen.
Eli ağır: 1. Oldukça yavaş iş yapan. 2. Vurunca çok acıtan.
Eli altında olmak: 1. İstediği anda ele alıp kullanabileceği bir yerde bulunmak. 2. Buyruğunda olmak.
Eli ayağı buz kesilmek: 1. Korku, heyecan ve üzüntüden ne yapacağını bilemez duruma gelmek, donup kalmak. 2. Çok üşümek.
Eli ayağı tutmak: İş yapabilecek güçte olmak, bedenî gücü var olmak.
Eli bayraklı: Kavgacı, şirret, edepsiz.
Eli bol: Cömert, esirgemeyen, çok para ve eşyası olan.
Eli boş dönmek: Umduğunu alamadan geri dönmek.
Eli böğründe kalmak: Çaresiz kalmak, bir şey yapamaz duruma gelmek, başarısızlığa uğramak.
Eli cebine gitmemek (veya varmamak): Cimri olmak, para harcamaya kıyamamak.
Eli çabuk: Süratli iş gören.
Eli darda: Geçimi için para sıkıntısı çeken.
Eli değmemek: Bir işi yapmaya zaman bulamamak.
Elifi görse mertek sanır: Cahil, okuması yazması yoktur.
Eli hafif: İncitmeden, can yakmadan iş gören.
Eli kalem tutmak: 1. Yazı yazmayı bilmek. 2. Düşüncelerini derli toplu güzel bir ifade ile yazabilmek.
Elinden iş çıkmamak: Çabuk iş yapamamak.
Elinden tutmak: 1. Destek olmak, ilerlemesi için yardımda bulunmak. 2. Yürümesine, kalkmasına, inmesine, çıkmasına yardım etmek.
Eline düşmek: 1. Birine muhtaç olmak. 2. Yakalanmak. 3. Düşmanın ya da kendisine hıncı bulunan birinin hâkimiyetinde kalmak.
Eline su dökemez: Sözü edilen kişi, değerce ondan çok geride.
Elini çabuk tutmak: Hızlı davranmak, acele etmek.
Elini kana bulamak: Birini öldürmek veya yaralamak.
Elini kolunu sallaya sallaya gelmek: Bir işten sonuç almaksızın dönmek, gelirken hiçbir armağan getirmemek.
Elini kolunu sallaya sallaya gezmek: Pervasızca, çekinmeden, kimseden korkmadan dolaşmak.
Elinin hamuruyla erkek işine karışmak: Anlamadığı, bilmediği, beceremediği işleri yapmaya kalkışmak (kadınlar için).
Elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak: Çok nazlı olmak, evde hiçbir iş yapmamak, zor işlerden kaçınmak.
Eli sıkı: Kolay para harcamayan, cimri, çok tutumlu.
Eli uzun: Hırsız, fırsat buldukça bir şeyler aşırmaktan geri kalmayan.
Eli varmamak: Bir işi yapmaya gönlü razı olmamak.
Eli yatmak: Bir işe eli alışkın olmak, bir işi yapabilecek el becerisi bulunmak.
Eliyle koymuş gibi bulmak: Aradığı şeyi söylenen yerde çok kolay bulmak.
El kadar: Küçük, küçücük.
El kaldırmak: 1. Kendisinden büyüğe vurmak için elini kaldırmak. 2. Bir şey söylemek istediğini, oy verdiğini elini kaldırarak belirtmek.
El kapısı: 1. Bir kızın gelin gittiği ev. 2. Yabancıların memleketi, evi, yurdu.
El koymak: 1. Bir meselenin yetkili organlarca incelenmeye başlaması. 2. Buyruğu altına almak, hükümetçe uygun görülen mal, arazi ve kuruluşa hâkim olmak.
Elle tutulur gözle görülür: Çok açık, gizli bir tarafı yok.
El oğlu: 1. Yabancı. 2. Damat.
El sürmemek: 1. Dokunmamak, hiç değmemek. 2. Yapımına başlamamak.
El uzatmak: 1. Birine yardım etmek. 2. Dokunmaya, almaya çalışmak.
El üstünde tutulmak: Çok değer verilip sevilmek, kendisine büyük ölçüde saygı gösterilmek.
El yordamıyla: Tahminlerine, sezgilerine dayanıp elle yoklayarak.
Emeği geçmek: Bir şeyin yapılmasında kendisinin de katkısı bulunmak.
Emek vermek: Bir şeyin meydana gelmesi için özenle ve çok çalışmak.
Emir kulu: Kendisine emredilen işi yapmak zorunda olan kimse.
Eninde sonunda: Nihayet, en sonunda.
Enine boyuna: 1. Her yönü ile, eksiksiz, bütün ihtimalleri göz önünde tutarak. 2. İri yarı, gösterişli (adam).
Ensesi kalın: Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek (kimse).
Ensesinde boza pişirmek: Sıkıştırıp tedirgin etmek, eziyet etmek.
Ensesine yapışmak: Yakalamak.
Ense yapmak: Yemek, içmek ve keyfine bakmak, hiç iş yapmamak.
Er geç: Ne zaman olsa, mutlaka.
Esamisi okunmamak: Adı anılmamak, değer verilmemek.
Es geçmek: Dikkate almamak, sözleri arasında o konuya dokunmamak.
Esip savurmak: Bağırıp çağırmak, öfke ile atıp tutmak.
Eski çamlar bardak oldu: Devir değişti, eski durumların, tutumların bir önemi kalmadı.
Eski defterleri karıştırmak: Eski olayları, işleri bir çıkar umuduyla tekrar ele almak, yeniden gündeme getirmek.
Eski hamam eski tas: Hiçbir şey değişmemiş, eski durumda kalmış.
Eski kafalı: Yeniliğe açık olmayan, yaşayış ve düşünce itibariyle eskiye bağlı.
Eski kurt: Tecrübeli, görmüş ve geçirmiş, mesleğini iyi bilen, hileyi ve düzeni deneyimi sayesinde hemen anlayan.
Eski toprak: Yaşlılığına rağmen dinçliğini, dayanıklılığını hâlâ sürdüren, gücünü kaybetmemiş kimse.
Eşeğini sağlam kazığa bağlamak: İşini güvenli kılacak önlemler almak.
Eşek kadar: Büyük, iri; aşırı derecede gelişmiş.
Eşek sudan gelinceye kadar dövmek: Adamakıllı, çok ve iyi dövmek.
Eşek şakası: Ağır, hoşa gitmeyen, incitici, kaba şaka.
Eşiğine yüz sürmek: Bir isteğinin yerine getirilmesi için bir kimseye yalvarmak, önünde eğilmek.
Eşiğini aşındırmak: Bir işi yaptırmak, gördürmek için bir yere çok gidip gelmek.
Eşref saat: 1. İş görecek kimsenin uysal davranacağı, aksilik çıkarmayacağı zaman. 2. Bir işin olumlu yola girmesi için en uygun zaman.
Eteği ayağına dolaşmak: Telâş, korku ve heyecandan yürüyüşünü ve yapacağı işi şaşırmak.
Eteğine yapışmak: 1. Bir kimsenin manevî desteğini istemek. 2. Varlıklı, sözü geçer bir kimseden yardım ve himaye istemek.
Etekleri tutuşmak: Çok telâşlanmak, heyecanlanmak.
Etekleri zil çalmak: Çok sevinmek, işler yolunda olmak.
Etek öpmek: Yaltaklanmak, dalkavukluk etmek; birine yaranmak için katına çıkıp o kimsenin eteğini öpme davranışı içinde olmak.
Eti ne butu ne?: 1. İmkânları, parası az. 2. Çelimsiz, zayıf, küçük.
Eti senin kemiği benim: Çocuk velilerinin öğretmene ya da ustaya çocuğun eğitiminde kendine tam yetki verdiğini anlatmak için söylenir.
Et kafalı: Akılsız, anlayışı az, kavrayışı kıt olan.
Etliye sütlüye karışmamak: Kendini alâkadar etmeyen meselelerden, toplumu derinden etkileyen olaylardan uzak durmak, kaçınmak ve hiçbiriyle ilgilenmemek.
Etrafında dört dönmek: İstediğini elde etmek amacıyla bir kimsenin, bir şeyin yanından ayrılmamak, ona aşırı ilgi göstermek.
Et tırnak olmak: Sıkı bir ilişkiye girmek, birbirinden kopmamak.
Ettiğini bulmak: Yaptığı bir kötülüğün cezasını görmek.
Ev açmak: Ayrı bir eve çıkmak, yerleşmek.
Evde kalmak: Yaşı ilerleyen kızın evlenememesi.
Evdeki hesap çarşıya uymamak: Önceden tasarlanan, düşünülen bir iş umulduğu gibi gitmemek, başka bir yönde gelişmek.
Evlât acısı gibi içine çökmek: Kaybettiği bir şey için çok üzülmek.
Eyere de gelir semere de: Her işe uyar, her işe yarar, ince işler için de kaba işler için de kullanılabilir.
Eyüp sabrı: Peygamberlerden Hz. Eyyub` un başına gelen hastalığa sabredip, bundan dolayı şikâyet etmemesi; güçlük ve üzüntülere, hastalığa karşı sabretmesinden hareketle, en ağır ve sürekli üzüntülerden bile yakınmayanın büyük ve uzun sabrını anlatmak için kullanılır.
Eyvallah demek: 1. Razı olmak, kabul etmek. 2. Ayrılırken “Allah`a ısmarladık” anlamında kullanılır.
Eyvallah etmemek: Minnet altına girip boyun eğmemek.
Ezbere iş görmek: İncelemeden, özenmeden, gerekli olan bilgiyi almadan, gelişi güzel iş yapmak.
Ezilip büzülmek: Güç bir duruma düştüğünü, utandığını, sıkıldığını davranışlarıyla belli etmek